Yükleniyor...

Ads Top

8-9 Yaş Uzun Masallar

8 Yaş Uzun Masallar – Bölüm 1 (1–5)

Bir varmış bir yokmuş… Uzak bir krallığın ortasında, “Ormanın Kalbi” adı verilen büyük ve sihirli bir orman varmış. Bu ormana yıllardır kimse girmeye cesaret edemezmiş. Çünkü ormanın derinliğinde kaybolan birçok kişi geri dönememiş.


Krallığın prensesi Elira, diğer kraliyet çocukları gibi sarayda oturmayı sevmezmiş. Merakı ve cesareti yüzünden sık sık keşiflere çıkarmış. Bir gün yine gizlice ormana gitmeye karar vermiş. Ancak bu sefer ormanda karşısına çıkan şey, hayatını tamamen değiştirecekmiş.


Elira ormanda ilerlerken parlayan küçük bir taş bulmuş. Taşın üzerindeki sembol, krallığın eski efsanelerinde geçen “Kalp Taşı” imiş. Bu taşın, ormanı kötülükten kurtaracak tek güç olduğu söylenirmiş. Taşa dokunduğu anda orman ışıkla dolmuş ve karşısına konuşan bir kurt çıkmış. Kurt ona, taşın “Ormanın Kalbi”ne götürülmesi gerektiğini söylemiş.

Elira ve kurt birlikte uzun, zorlu bir yolculuğa çıkmış. Yolda dev örümcekler, büyülü sisler ve karanlık yaratıklar onlara engel olmaya çalışmış. Fakat prenses asla pes etmemiş.


Sonunda ormanın kalbine ulaştıklarında dev bir ağacın içindeki parlak kristali görmüşler. Prenses taşı kristale yerleştirince tüm orman canlanmış, yaratıklar kayıp insanlar ortaya çıkmış ve büyü bozulmuş.

Elira halkı tarafından kahraman ilan edilmiş. Ama o, “Gerçek güç taşta değil, doğru olanı yapmaya cesaret edenlerde.” demiş.

Kıyı kasabasında yaşayan 8 yaşındaki Aras, her gece penceresinden deniz fenerini izlemeyi çok severmiş. Ama bir akşam fenerin ışığı aniden sönmüş. Bu, daha önce hiç olmamış bir şeymiş. Kasabalılar paniklemiş, çünkü fenerin ışığı olmazsa gemiler karaya oturabilirmiş.


Aras dayanamayarak gizlice fener tepesine çıkmış. İçeri girdiğinde duvarlarda eski yazılar görmüş: “Fenerin ışığı, denizin altındaki uyuyan devi mühürler.”


Aras şaşırmış. Demek ki bu fener sadece aydınlatmak için değilmiş! Fenerin en tepesine çıktığında, yıllardır kimsenin dokunmadığı büyük bir kristal görmüş. Kristalin ortasında bir çatlak varmış. Tam o anda yer sallanmaya başlamış ve denizin derinliklerinden güçlü bir homurtu duyulmuş.


Aras korksa da hemen kristali tamir etmenin yolunu bulmaya çalışmış. Kristalin yanında “Gerçek cesaret karanlıkta parlar.” yazıyormuş. Aras aklındaki tek çözümü denemeye karar vermiş: Kristali kendi kalp atışına göre ritmik şekilde avuçlarıyla ısıtmak.


Bir süre sonra kristal parlamaya başlamış. Fener yeniden ışıldamış. Deniz bir anda sakinleşmiş. Dev canavar tekrar uykuya dalmış.


Sabah olduğunda kasaba kurtulduklarını anlamış ama kimse bunun Aras sayesinde olduğunu bilmiyormuş. Aras ise bu sırrı fenerle birlikte korumaya karar vermiş.

Gökyüzü her gece binlerce yıldızla dolu olurmuş. Ama bir gece Lina penceresinden gökyüzüne baktığında sadece birkaç yıldızın kaldığını fark etmiş. Diğerleri nereye gitmişti?


Ertesi gece yıldız sayısı daha da azalmış. Üçüncü gece ise gökyüzü neredeyse tamamen kararmış. Lina bu işte bir terslik olduğunu anlamış.


Uyumadan önce “Keşke yıldızlara ne olduğunu anlayabilsem.” diye fısıldamış. O an odası parlak bir ışıkla dolmuş. Işık küçülüp bir şekle dönüşmüş: Minik bir yıldız!


Yıldız ona, “Gökyüzündeki yıldızları bir gölge hırsızı çalıyor. Onları geri almazsak gece tamamen yok olacak.” demiş.


Lina korksa da yıldızın elini tutmuş ve bir anda kendini gökyüzünde bulmuş. Bulutların arasından geçerek hırsızın saklandığı karanlık kaleye gitmişler. Kale, çalınmış yıldızlarla aydınlanıyormuş.


Lina cesaretini toplayıp hırsızla yüzleşmiş. Meğer hırsız, yalnız bir gölgeymiş. Kimse onu görmediği için yıldızları çalıp kendine ışık yapıyormuş.


Lina ona, “Işığa sahip olmak için çalman gerekmiyor. Birlikte gökyüzünü aydınlatabiliriz.” demiş.


Gölge hırsızı duygulanmış ve tüm yıldızları geri vermiş. Gökyüzü tekrar parlamış.

O günden sonra gece olduğunda bazı yıldızların diğerlerinden biraz daha parlak olduğunu fark edersiniz. İşte onlar gölge hırsızının Lina’ya teşekkür olarak bıraktığı yıldızlarmış.

Defne bir gün dedesinin tavan arasında eski bir kutu bulmuş. Kutunun içinden altın işlemeli bir cep saati çıkmış. Bu saatin üzerinde “Zaman, cesaretlilerin elinde bir armağandır.” yazıyormuş. Defne saati kurduğu anda etrafındaki her şey donmuş. Kuşlar havada asılı kalıyor, yapraklar düşmeyi unutuyor, insanlar hiç hareket etmiyormuş. Defne başta eğlense de zamanın akmaması çok tuhafmış. Saati biraz daha kurunca ışık saçmaya başlamış ve Defne kendini bambaşka bir yerde bulmuş: “Kayıp Diyarlar”. Bu diyar, zamanı yanlış kullananların hapsolduğu yermiş. Burada farklı dönemlerden insanlar varmış: Orta Çağ şövalyeleri, eski tüccarlar, gelecekten robotlar… Hepsinin ortak noktası, zamanı gereksiz yere harcamaları veya kötüye kullanmalarıymış. Defne saati düzgün kullanmazsa buradan asla çıkamayacağını anlamış. Zamanın bekçisi ona üç görev vermiş: • Sabırsız bir köye sabrı öğretmek • Geçmişe takılı kalan bir şövalyeyi ileri bakmaya ikna etmek • Geleceği aşırı planlayan bir robotu “şimdi”nin değerini anlamaya zorlamak Defne görevlerin hepsini zekâsı ve iyiliğiyle çözmüş. Zaman bekçisi ona son bir söz söylemiş: “Zamanı yönetmek, onu yavaşlatmak değil; doğru kullanmaktır.” Defne saati çevirince yeniden evinde bulmuş kendini. O günden sonra zamanın değerini hep hatırlamış.

Ece kitap okumayı o kadar çok severmiş ki hayal gücü bazen gerçek oluyormuş. Bir gece odasında parlak bir ışık belirip merdiven şeklini alınca merakla adımlarını takip etmiş. Işık onu ay ışığıyla parlayan dev bir kütüphaneye götürmüş. Bu kütüphane yalnızca geceleri ortaya çıkıyormuş ve ona “Ay Işığı Kütüphanesi” deniyormuş. Raflardaki kitaplar canlıymış; sayfalar kendiliğinden açılıyor, içindeki kahramanlar konuşuyormuş. Ece tam bir kitabı okumaya başlarken güçlü bir rüzgâr esmiş ve kütüphanedeki ışıklar sönmeye başlamış. Kütüphanenin bekçileri—ışık perileri—paniklemiş. Meğer karanlık bir gölge, kütüphaneyi yok etmek için tüm ışıkları yutuyormuş! Ece cesurca perilerle birlikte gölgeyi takip etmiş. Gölge, karanlık geçitlerin olduğu bir odaya kaçmış. Ece orada gölgenin aslında yalnız bir yaratık olduğunu öğrenmiş. Işığı değil, bir arkadaşı olsun istiyormuş. Ece ona dostça yaklaşmış ve gölge ağlamaya başlamış. Duyguları ışığa dönüşmüş, kütüphane yeniden aydınlanmış. Periler Ece’ye “Gerçek kahramanlar ışığı paylaşanlardır.” diyerek ona kütüphanenin gizli anahtarını vermiş. Artık Ece istediği zaman Ay Işığı Kütüphanesi’ne girebilecekmiş.

Uzak bir diyarda, evlerin çatılarının rüzgârla konuşabildiği bir şehir varmış: Rüzgâr Şehri. Şehrin en önemli özelliği ise melodileriydi. Rüzgâr her estiğinde sokaklar müzikle dolarmış. Çocuklar oynar, kuşlar şarkı söyler, ağaçlar dans edermiş. Fakat bir sabah rüzgâr esmiş ama hiç ses çıkmamış. Melodi tamamen kaybolmuş. Şehir sessizliğe gömülmüş. Melo adında küçük bir çocuk, “Bir melodi asla durduk yere kaybolmaz.” diyerek araştırmaya başlamış. Melodilerin kaynağının şehrin en yüksek kulesinde gizli bir “Rüzgâr Flütü” olduğunu öğrenmiş. Kuleye vardığında flütün kırıldığını fark etmiş. Yanında da yere düşmüş minik bir yaratık duruyormuş. Yaratığın adı Fısıltı’ymış ve yanlışlıkla flütü düşürdüğünü söylemiş. Şehir sessiz kalınca Fısıltı çok üzülmüş. Melo yaratığa kızmak yerine onu teselli etmiş. “Hata yapmak kötü değil, düzeltmemek kötü.” demiş. Birlikte kırık parçaları toplamışlar ama flütü tamir etmek için “Rüzgârın Üç Nefesi” denen büyülü bir güce ihtiyaçları varmış. Bu üç nefesi bulmak için uzun bir yolculuğa çıkmışlar: • Dağ Rüzgârı • Deniz Rüzgârı • Orman Rüzgârı Üç nefesi bir araya getirince flüt yeniden canlanmış. Şehre döndüklerinde rüzgâr şiddetle esmiş ve melodiler geri gelmiş. Artık Rüzgâr Şehri eskisi gibi canlıymış. Her esen melodide Fısıltı’nın adı duyuluyormuş.

Arin, deniz kıyısında yaşayan meraklı bir çocukmuş. Bir gün deniz kenarında otururken gölgesinin üzerine dev bir gölge düşmüş. Kafasını kaldırınca inanılmaz bir manzarayla karşılaşmış: Gökyüzünde yavaşça süzülen dev bir balina! Bu balinanın adı Lumina’ymış ve yıldız tozuyla beslenen sihirli bir yaratıkmış. Balina Arin’e doğru alçalıp konuşmuş: “Gökyüzü kararıyor. Yıldız tozlarını çalan bir korsan var. Yardımına ihtiyacım var.” Arin şaşkınlık içinde balinanın sırtına binmiş. Beraber bulutların arasından uçarak yıldız tozu korsanının gemisini aramaya başlamışlar. Korsanın gemisi gökyüzünde yüzüyormuş ve dev bir karanlık makinesiyle yıldız ışığını emiyormuş. Arin gizlice gemiye girmiş. Korsan aslında yaşlı bir bilim insanıymış. Yıldız tozunu çalmasının sebebi, dünyayı daha parlak yapmak isteğiymiş ama yanlış yöntemi seçmiş. Arin ona şunu söylemiş: “Bir şeyi güzelleştirmek için diğerlerinden çalmamalısın.” Bilim insanı hatasını anlamış ve tüm yıldız tozlarını geri vermiş. Gökyüzü yeniden parlamış. Lumina Arin’e bir parça yıldız tozu hediye etmiş. Arin o günden sonra her gece gökyüzüne baktığında Lumina’yı görebiliyormuş.

Mira resim yapmayı çok severmiş. Odasında duvarlar resimlerle doluymuş. Bir gün annesinin aldığı eski bir boya kutusunu açmış. Boyalar normal görünüyormuş ama içlerinden biri hafifçe parlıyormuş. Mira o boya ile kâğıda bir çiçek çizmiş. Ama çizdiği anda çiçek kâğıttan dışarı çıkmış ve havada süzülmeye başlamış! Boyalar sihirliymiş! Mira heyecanlanıp daha büyük bir resim çizmiş: Kocaman bir orman… Ve orman bir anda gerçek olmuş. Mira kendini resmin içinde bulmuş. Ancak orman karanlık görünüyormuş. Renkler sönük ve solgunmuş. Ormanın bekçisi Mira’ya yaklaşmış ve “Renk Hırsızı” denen biri tüm canlıların renklerini çalmış olduğunu anlatmış. Mira kaybolan renkleri geri getirmek için boyalarıyla yolculuğa çıkmış. Her renge ulaşmak için bir bilmece çözmesi gerekiyormuş: • Maviyi bulmak için gökyüzüne tırmanmış. • Yeşili bulmak için ormanın kalbine gitmiş. • Sarıyı bulmak için güneş tepesine çıkmış. • Kırmızıyı elde etmek için ateş kuşuyla konuşmuş. Renklerin hepsini bir araya getirince Renk Hırsızı ortaya çıkmış. Meğer renkleri çalmasının nedeni kendi dünyasının renksiz olmasıymış. Mira ona kendi boyalarından küçük bir parça vermiş ve şöyle demiş: “Renk paylaşınca çoğalır.” Orman yeniden renklenmiş ve Mira evine dönmüş. Boya kutusu ise hâlâ odasında, onu bekliyormuş.

Bir gece, uyumadan hemen önce Arda pencereden dışarıya bakarken sokakta parlak bir ışık görmüş. Normalde karanlık olan mahalle aniden renkli ışıklarla dolmuş. Arda merak edip dışarı çıkmış. Mahallenin ortasında büyük bir kapı açılmış. Kapının üzerinde “Gece Pazarı” yazıyormuş. Bu pazar sadece meraklı çocuklara görünürmüş. Arda içeri girdiğinde birbirinden ilginç tezgâhlar görmüş: • Zamanı yavaşlatan kum saatleri • Kendiliğinden uçan balonlar • Sadece iyi kalpli çocukların görebildiği kitaplar • Hayvanlarla konuşmayı sağlayan şekerler Pazarda dolaşırken yaşlı bir satıcı ona yaklaşmış ve “Bir seçim yapmalısın. Bu pazara herkes yalnızca bir kez gelir.” demiş. Arda uzun süre düşünmüş. En sonunda “Hayvanlarla konuşma şekeri”ni seçmiş. Ama satıcı şekerin üzerindeki mührü açınca gerçek görev ortaya çıkmış: Şeker yalnızca kaybolmuş hayvanları bulmak için kullanılırmış. Arda gece boyunca pazardan aldığı güçle kaybolan hayvanları bulmuş ve evlerine döndürmüş. Sabah pazar kaybolmuş ama Arda’nın kalbi, hayvanların minnetiyle doluymuş.

Duru, dağların eteklerinde yaşayan cesur bir çocukmuş. Kasabasının yakınında “Kristal Mağara” adlı gizemli bir yer varmış. Bu mağaranın içinde çok eski bir ejderhanın uyuduğu söylenirmiş. Bir gün kasabada büyük bir kuraklık başlamış. Ne yağmur yağıyor ne de kaynaklar su veriyormuş. Yaşlı bir bilge, kuraklığın sebebinin ejderhanın uyanması olduğunu söylemiş. Duru, ejderhanın kötü biri olmadığını hissetmiş ve gerçeği öğrenmek için mağaraya gitmiş. Mağaranın içi parlak kristallerle doluymuş. Kristallerin içinden hafif ışıklar çıkıyor, mağarayı masal gibi yapıyormuş. Ejderha uyanmış ama öfkeli görünmüyormuş. Duru cesaretle ona yaklaşmış. Ejderha ona şöyle demiş: “Ben yağmurun bekçisiyim. İnsanlar doğayı giderek kirlettiği için güçlerim zayıfladı. Bu yüzden yağmurlar kesildi.” Duru üzülmüş. Kasabasına dönüp herkese durumu anlatmış. Kasaba halkı doğayı temizlemeye, ağaç dikmeye ve suyu tasarruflu kullanmaya başlamış. Bir süre sonra Kristal Mağara yeniden parlamış. Ejderhanın gücü geri dönmüş ve yağmur yağmaya başlamış. Duru herkes tarafından kahraman ilan edilmiş ama o şöyle demiş: “Kahraman ben değilim; birlikte hareket eden bir kasabayız.”

Kaya bir gün eski bir köşkün bahçesinde dolaşırken yerde yarı gömülü metal bir halka bulmuş. Halka sanki bir kapının kolu gibiydi. Merakla çektiğinde yer yarılmış ve içinde parlak bir merdiven ortaya çıkmış. Merdiven sonsuza doğru uzuyor gibiydi. Kaya cesaretini toplayıp aşağı inmeye karar vermiş. Her adımda ışık renk değiştiriyor, duvarlarda farklı semboller beliriyormuş. Bir süre sonra “Merdiven Muhafızı” denen yaşlı bir adam belirmiş. Adam ona şöyle demiş: “Bu merdiven, insanların kalbinde sakladığı arzulara göre şekillenir.” Kaya şaşırmıştı. Merdiven bir anda onun hayallerine göre dönüşmeye başlamış: • Bir adımda uzay gemisi koridoru • Sonraki adımda bir orman patikası • Diğer adımda kitaplarla dolu dev bir kütüphane Ancak merdiven bir noktadan sonra kararmaya başlamış. Kaya’nın içinde sakladığı küçük bir korku — başarısız olma korkusu — merdiveni zayıflatıyormuş. Muhafız ona cesaretin korkusuzluk değil, korkuya rağmen adım atmak olduğunu söylemiş. Kaya korkularını kabul etmiş ve merdiven yeniden ışıldamış. En sonunda merdivenin sonunda güzel bir kapı açılmış. Kapıdan geçtiğinde yine köşkteymiş ama kalbi çok daha güçlüymüş. Sonsuz Merdiven ise kaybolmuş. Belki de sadece kalbindekileri anlamak isteyenlere görünüyordur.

Ela teknolojiyi çok severmiş. Bir gün okul dönüşü arka sokaklarda dolaşırken yere gizlenmiş küçük bir kapak görmüş. Kapağı kaldırınca altından metal bir tünel çıkmış. Merakına yenik düşüp içeri girmiş. Tünelin sonunda dev bir şehir varmış! Burası “Robotlar Şehri”ymiş. Ancak tüm robotlar uyuyor gibi hareketsiz duruyormuş. Şehrin ortasında bir kule ve kulenin üzerinde mavi bir kristal vardı. Kristalin ışığı sönmüş durumdaydı. Ela kristale dokunduğunda yanındaki ekranda bir yazı belirmiş: “Şehir, kalbin ışığı olmadan uyanamaz.” Ela şaşırmıştı. Kalbin ışığı ne demekti? Şehrin merkezinde küçük bir robot bulmuş. Robot hafifçe titremiş ve konuşmuş: “Robotların enerjisini sevgi ve umut çalıştırır. İnsanlar kendi dünyasında teknolojiyi yanlış kullanınca bizim ışığımız da yok oldu.” Ela robotla birlikte ışığı geri getirmenin yollarını araştırmış. Işık üç parçaya ayrılmıştı: • Umut Kristali • Sevgi Kristali • Cesaret Kristali Ela uzun bir yolculuğa çıkmış: karanlık fabrika tünellerinden geçmiş, dev manyetik çarklardan atlamış, kablolarla dolu ormanlarda yolunu bulmuş. Üç kristali birleştirince şehir yeniden ışıldamış. Robotlar uyanmış ve ona teşekkür etmiş. Robotlar Ela’dan ayrılırken ona küçük bir bileklik vermişler. Bileklik gerektiğinde yine o tüneli açıp şehre gidebilmesini sağlıyormuş.

Bir şehir düşünün ki geceleri normalden biraz daha karanlık olurmuş. Çünkü şehrin karanlık sokaklarında “Gölge Çetesi” denen küçük, oyunbaz yaratıklar dolaşırmış. Eylül bir gün fark etmiş ki odasında duran feneri sürekli sönüyor. Ertesi gün sokak lambaları da sönmüş. Şehir yavaş yavaş karanlığa gömülüyormuş. Eylül gizlice karanlık sokaklara çıkmış ve fenerinin içinde saklanan minik bir gölge yaratığını bulmuş. Yaratık kaçmaya çalışmış ama Eylül onu durdurmuş. Yaratığın adı Sipsi’ymiş ve üzgün görünüyormuş. Şöyle demiş: “Biz gölge çetesiyiz ama kimse bizi umursamıyor. Biz de kendimizi göstermek için ışıkları çaldık.” Eylül ona önemli bir şey söylemiş: “Görülmek için ışığı söndürmek yerine kendi ışığını bulmalısın.” Sipsi bu sözü çok sevmiş. Eylül’le birlikte çetenin diğer üyelerini bulmuşlar. Onlar da aslında yalnız oldukları için böyle şeyler yapıyormuş. Eylül tüm gölgelere küçük lambalar yapmış. Lambalar, gölgelere zarar vermeden onları aydınlatıyormuş. Şehir ışığına yeniden kavuşmuş ve gölgeler artık insanlara zarar vermemeye başlamış. Eylül ise “Işık Bekçisi” olarak tanınmış.

Kuzeyin derinliklerinde dev bir buz dağı varmış. Bu dağın içinde saklı bir krallık olduğu söylenirmiş. Yiğit ve ikiz kardeşi Yaren, macerayı çok severmiş. Bir gün buz dağının yakınında dolaşırken yerde bir yarık görmüşler. Yarık genişleyip onları içeri çekmiş. Kendilerini büyük bir tünelde bulmuşlar. Tünel ışıl ışıl parlıyor, buz kristalleri duvarlarda gökkuşağı renkleri oluşturuyormuş. Tünelin sonunda “Buz Krallığı”na ulaşmışlar. Burada yaşayan insanlar hep gülüyormuş ama yüzlerinde hafif bir hüzün seziliyormuş. Kral onlara şöyle demiş: “Buz kalbimizin içinde saklı bir ateş var. Ama ateş zayıflarsa krallık yavaşça donar.” Buz Ateşi'ni çalan kişi, kuzey rüzgârını kontrol eden bir fırtına hırsızıymış. Ama Yiğit ve Yaren asla korkmamış. Dağın derinliklerine inip fırtına hırsızının mağarasına ulaşmışlar. Hırsız yalnızmış. Ateşi çalma sebebi, krallığın sıcaklığını hissetmek içinmiş. Yiğit ateşi paylaşmayı teklif etmiş. Hırsızın kalbi erimiş ve ateşi geri vermiş. Krallık yeniden canlanmış. Buz Dağı parıldamış. Kral ikizlere “Dostluk, buzları eriten gerçek ateştir.” diyerek onları ödüllendirmiş.

Bulutların üzerinde bir ülke varmış: “Renkli Bulutlar Cumhuriyeti.” Bu ülkenin her bulutu farklı bir rengi temsil edermiş. Bulutlar arası barışı sağlayan kişi ise Lila adında bir kızmış. Renkler birbirine karışmadan uyum içinde yaşarmış. Ama bir gün siyah bir bulut çıkmış ve renkleri yutmaya başlamış. Gökyüzü hızla grileşmiş. Lila siyah bulutu takip etmiş. Bulut konuşabiliyormuş! “Ben kötü değilim,” demiş, “Sadece kendi rengim olmadığı için üzülüyorum. Benim de ait olabileceğim bir yer yok.” Lila hiç düşünmeden elindeki renk paletini çıkarmış. Paletten bir parça moru alıp siyah buluta dokundurmuş. Bulut bir anda koyu mor renge bürünmüş ve parlamış. Diğer bulutlar şaşkınlıkla yaklaşmış. “Hoş geldin kardeşimiz!” diye bağırmışlar. Gökyüzü yeniden renklerle dolmuş. Lila ise “Her renk değerlidir.” diyerek günün kahramanı olmuş.

Bir varmış bir yokmuş… Uzak bir krallıkta, yardımseverliğiyle tanınan bir prenses yaşarmış. Bir gün krallığı dolaşırken yolu, kimsenin girmeye cesaret edemediği “Gizemli Orman”a düşmüş. Prenses, ormanda kaybolmuş bir köy çocuğunu bulduğunu sanmış ama karşısına çıkan aslında sihirli bir tilkiymiş! Tilki prensesi ormanın derinliklerine götürmüş ve kötü büyücüden kurtarılmayı bekleyen yaratıkları göstermiş. Prenses, cesaretiyle büyücünün kurduğu tuzakların hepsini aşmış. Dostluk büyüsünün kötü büyüyü yok ettiğini fark ederek ormanı özgürleştirmiş. O gün, prenses tüm krallığa cesaretin en büyük ışık olduğunu kanıtlamış.

Arda, yaşadığı kasabanın yakınındaki büyük gölde balık tutarken suyun içinden parlayan bir ışık fark etmiş. Işık büyüdükçe gölün dibinde bir saray olduğunu anlamış. Sarayın içine girdiğinde su altında nefes alabildiğini görünce çok şaşırmış. Sarayın kraliçesi, gölün altındaki dünyayı tehdit eden gölge yaratıklardan bahsetmiş. Arda, korksa da cesurca onlara yardım etmeyi kabul etmiş. Zeka dolu ipuçlarıyla yaratıkları yenmiş, kraliçeyi kurtarmış ve sarayın ışığını yeniden parlatmış. Yüzeye çıktığında kendini artık çok daha güçlü hissediyormuş.

Ay Işığı Kasabası adını, her gece gökyüzünde beliren parlak gümüş ışığından alıyordu. Kasabada yaşayan Ela, ışığın kaynağını merak eden tek çocuktu. Bir gece ışığın en parlak olduğu anda tepeye çıkıp ışığın düştüğü yeri buldu. Işığın merkezinde ay şeklinde bir kristal duruyordu. Ela kristali eline alınca, bir anda karşısında Ay Koruyucusu belirdi. Ay Koruyucusu, karanlık güçlerin kristali çalıp dünyayı karanlığa sürüklemek istediğini söyledi. Ela, yıldız tozu pusulasını takip ederek karanlık ormana gitti. Ormanda her adımında bilmece çözmesi gerekti. Son bilmeceyi çözdüğünde kristalin gücü tamamen açığa çıktı ve karanlığı yok etti. O günden sonra kasaba, Ela’nın cesareti sayesinde hep aydınlık içinde yaşadı.

Deniz, dedesinin tavan arasında eski bir kum saati bulmuştu. Kum saatini çevirdiği anda her şey dönmeye başladı ve bir anda kendini yüzlerce yıl önceki bir şehrin ortasında buldu. Bu şehirde zamanın akmadığını fark etti. İnsanlar aynı anda kalmıştı. Zaman Bekçisi, Deniz'e bir açıklama yaptı: "Kötü bir büyücü, zamanı dondurdu. Kum saatinin sahibi olduğun için yalnızca sen zamanı yeniden başlatabilirsin." Deniz, şehrin dört yanına saklanan zaman taşlarını bulmak için maceraya çıktı. Her taş farklı bir bilmeceyle korunuyordu. Tüm taşları bir araya getirince kum saati parladı ve zaman yeniden akmaya başladı. Deniz eve döndüğünde yalnızca birkaç saniye geçmişti ama kalbi kocaman bir tecrübeyle dolmuştu.

Kasabanın dışındaki devasa Karanlık Kule’ye kimse yaklaşamazdı. Çünkü geceleri kuleden tuhaf bir müzik sesi gelir, rüzgâr bile dururdu. Mert bu müziğin sırrını çözmek istiyordu. Bir gece el fenerini alıp kuleye doğru yürüdü. İçeri girdiğinde müzik bir anda durdu. Merdivenlerden çıktıkça müzik yeniden başladı. En üst kata vardığında eski bir piyano ve başında oturan şeffaf bir figür gördü. Bu, yıllar önce kaybolan ünlü bir müzisyenin ruhuydu. Müzisyen, melodisini tamamlayamadığı için kulede sıkışıp kalmıştı. Mert onunla birlikte eksik melodiyi tamamladı. Son nota çalındığında müzisyenin ruhu özgürleşti ve kule aydınlandı. Kule artık “Işık Melodisi Kulesi” olarak anılmaya başlandı.

Hiç yorum yok:

Yorumunuz , incelendikten sonra yayınlanacaktır.

Blogger tarafından desteklenmektedir.